Filmografisinin önemli bir kısmı Nazi propagandalarından oluşan yönetmen Leni Riefenstahl, kimilerine göre faşist estetiğin en önemli temsilcisi, kimilerine göre de ünü, dünya tarihine etki eden başarısı ve propaganda harici üretimleriyle bir feminist ikon. Peki, böyle bir figürü nasıl değerlendirmek gerek?

Ünlü yazar Susan Sontag, 1975 yılında The New York Review of Books için kaleme aldığı kitap incelemesinde beklenenin aksine bir tutum sergileyerek, makaleyi kitaptan çok yaratıcısının kariyerine yöneltti. Bu makale, yazarı Sontag olmasına rağmen kolaylıkla gözden kaçabilirdi, fakat Sontag’ın tutumu makaleye ayrı bir önem kazandırdı. Bir kariyer ve kişilik eleştirisine dönüşen makalede Sontag’ın partizan tutumu apaçık ortadaydı, zira temelde The Last of the Nuba (1973) adlı bir fotoğraf kitabının incelemesi olan bu makale “Fascinating Fascism” (Büyüleyici Faşizm) başlığını taşıyordu. Bu partizanlığın sebebi ise kitabın yaratıcısının sıklıkla dünyanın en etkili kadın yönetmeni olduğu söylenen Leni Riefenstahl olmasıydı.

Öncesinde dağ filmi olarak nitelendirilen filmlerde oyunculuk yapan Riefenstahl, 1932 yılında Das Blaue Licht (Mavi Işık) adlı kendisinin başrolde de yer aldığı bir filmle yönetmenliğe adım attı. Filmin geniş kitlelerce ve özellikle de Adolf Hitler tarafından beğenilmesi, Riefenstahl’ın kendisine uluslararası tanınırlık getiren yapımları için kapılar açtı.

Dolunaylarda görkemli bir dağın tepesindeki kristallerin yansıttığı mavi ışık etrafında geçen film; Die Macht Der Bilder (1993) belgeselinde Riefenstahl’ın kendi anlatımına göre kristaller üzerinden insanların hiçbir zaman ulaşamadıkları, fakat her zaman sadık kaldıkları ideallere değinmekteydi. Riefenstahl’in canlandırdığı Junta isimli saf ve masum bir genç kız dağa kolayca tırmanarak kristallere zahmetsizce ulaşabilirken, aynı hedefe materyalist bir şekilde koşan tüm köylülerin birer birer düşerek hayatını kaybetmesi konu edilmekte. Sontag, dağın olabildiğine güzel ve tehlikeli olarak temsil edildiğini, kristallere ulaşmaya çalışanların ise cesarete ve ölüme doğru kendilerinden vazgeçişlerine dikkat çekiyor.

Bir propagandist olarak Riefenstahl

[1] Berlin Olimpiyat Stadı.

Riefenstahl, Hitler’in isteği üzerine Das Blaue Licht’ten sonra Hitler’in parti lideri olmasının ardından düzenlenen ilk Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (NSDAP) kongresini Der Sieg des Glaubens (İnancın Zaferi, 1933) adıyla filmleştirdi. Partinin önceki lideri Ernst Röhm’ün de önemli rol oynadığı yapım, kongreden bir yıl sonra Hitler’in emriyle Röhm de dahil olmak üzere pek çok parti yöneticisinin öldürüldüğü Uzun Bıçaklar Gecesi’nin ardından yine Hitler’in emriyle toplatılmaya çalışılsa da başarılı olunamadı. Riefenstahl’ın bir sonraki yapıtı ve en popüler eseri, bir yıl sonraki NSDAP kongresini filmleştirdiği, Triumph of the Will olarak bilinen Triumph des Willens (İradenin Zaferi, 1935) idi. Bu filmleri, 1935’te düzenlenen NSDAP kongresini, Alman ordusunu yücelterek anlattığı Tag der Freiheit: Unsere Wehrmacht (Özgürlük Günü: Silahlı Kuvvetlerimiz, 1935) ve Berlin Olimpiyat Stadı’nda gerçekleşen 1936 Yaz Olimpiyatları’nı filmleştirdiği Olympia (1938) izledi.

Riefenstahl, İkinci Dünya Savaşı sonrası sinemacılık kariyerine uzun bir ara verse de 1954 yılında Tiefland (Ova, 1954) filmiyle tekrar yönetmen koltuğuna oturmuş. Ayrıca, 2002 yılında Impressionen unter Wasser (Su Altından İzlenimler) adlı bir de belgesel yönetmiş.

Riefenstahl’ın eserleri, Sontag’ın makalesinin yayımlandığı tarihe kadar iki kategoride incelenmiş: Sanatsal filmler ve Hitler’in propaganda makinesinin önemli eserleri. Sontag’ın makalesi ise Riefenstahl’ın sadece Naziler için ürettiklerinde değil, tüm eserlerinde faşist estetiğinin varlığını savunması ve bu kategorik ayrımı reddederek Riefenstahl’ı yeniden değerlendirmeye açması açısından ayrı bir öneme haiz.

Bağımsız sanat ve ideolojik estetik arasında

The Last of the Nuba, Riefenstahl’ın Sudan hükümetinden özel izinle Nuba dağlarındaki Nuba kabilesini ziyaret ettiği sırada çektiği fotoğraflar ile oluşturduğu bir fotoğraf kitabı. Sontag’ın makalesi öncesi bağımsız bir eser olarak değerlendirilmesi muhtemel olan bu çalışma, Sontag’ın makalesi sonrası yıllara yayılan bir kariyerin, birbirleri ile ilintili yapıtların oluşturduğu bir külliyatın parçası olarak görülmüş. Riefenstahl, Nazi Partisi için yaptığı üretimlerin bazılarını kabullenmekle birlikte, mümkün olduğunca değinmemeyi tercih ederken; Sontag, makaleyi olanca nefretiyle Riefenstahl’ın Naziler için yaptığı üretimlere getirmek için uğraşmakta ve niyetini açık etmekte beis görmemekte. Özellikle de kitabın şömizindeki Riefenstahl biyografisinde yazılmayan eserleri listeleyerek ve Riefenstahl’ın kariyerine dair bazı cümleleri düzelterek Riefenstahl’ın özellikle konuşmaktan kaçındığı geçmişine ciddi sertlikte atıflarda bulunuyor. Örneğin, biyografide Propaganda Bakanı Joseph Goebbels’in Riefenstahl’ın yapıtlarının belgeselden ziyade propaganda eserleri olması için uğraştığı anlatılırken; Sontag, Triumph of the Will’in yapımını anlatan bir kitapta Riefenstahl’in miting alanının bir film seti gibi tasarlandığını ve bir propaganda filmi ortaya çıkarılması için sınırsız kaynak ve yetkililer ile işbirliğinin sağlandığını anlattığına değiniyor.

Sontag, faşist estetiğin sadece Nazi propagandalarında değil, Riefenstahl’ın tüm eserlerinde var olduğunu anlatmak için makalede zaman zaman yapımlar arası benzerliklere işaret ediyor. Örneğin, Das Blaue Licht’te NSDAP kongre kayıtlarında olduğu gibi yüceltici bir çekim tarzının tercih edilmesi, hedeflerin ulvileştirilmesinin öneminin mavi ışık, Hitler’in miting alanına gelişi ve Nuba kabilesinin cenaze töreni ritüelleri üzerinden anlatılması, tıpkı Nazilerin ‘aryan’ ırk düşüncesi gibi fiziksel üstünlüğün ve gücün Olympia’da atletler ve Nuba kabilesi erkekleri üzerinden anlatılmasından bahsediyor ve ölümün kutsanmasının neredeyse tüm yapımlarda var oluşunun altını çiziyor.

2003 yılında hayatını kaybeden Riefensthal, 2000 tarihli bir BBC röportajında “Hitler’in tüm cevaplara sahip olduğunu düşünen milyonlardan biriydim. Sadece iyi şeyleri gördük, kötülerin geleceğini bilmiyorduk” diyordu. Riefenstahl suçsuz değildi. Zira tüm dünyaya yıkım getiren dönemin Alman hükümetinin güç kazanmasında önemli rol oynayan, Hitler’in en yakınındaki önemli simalardan biriydi. İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında Hitler’i desteklediğini defalarca dile getirdi, NSDAP’nin imkânlarından olabildiğince faydalandı, hatta zaman zaman toplama kamplarından getirilen esirleri filmlerinde figüran olarak kullandı.

Kötülüğün sıradanlığı

Riefenstahl’ın savunmasının Nazi lojistik subayı Adolf Eichmann’ın savunması ile benzer olduğu söylenebilir. Eichmann, esirlerin bir yerden başka bir yere, özellikle de toplama kampların nakledilmeleri konusunda oldukça başarılı bir subaydır ve bu başarısından dolayı NSDAP içerisinde bir hayli yükselip soykırımı organize edenlerden biri olur. Yargılama sürecinde savunmasını kendisinin bir lider olmadığı, sadece işini daha iyi yapmaya çalışan bir enstrüman olduğu düşüncesi üzerine kurmuştur.

[2] Adolf Eichmann, Kudüs’te yargılandı.

İlginçtir, 1906 Almanya doğumlu, NSDAP’ın yükselişini ve İkinci Dünya Savaşı’nı Avrupa’da olması dolayısıyla yakından takip etmiş bir Yahudi siyaset bilimci olan Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı adlı kitabında Eichmann’ın temelde kötü olmadığını, sıradan, çok çalışkan ve işini en iyi şekilde yapmaya çalışan bir insan olduğunu söylemekte, sıradan insanların da düşüncesizce emirlere itaat ettiklerinde kötü olabileceklerini, ‘şeytanlaşabileceklerine’ değinmektedir. Eichmann elbette suçludur, aksi düşünülemez; fakat Arendt, Eichmann’ı milyonlarca insanın ölümünden çok etrafında yaşanan ve etki ettiği süreçlere karşı düşüncesizliğinden dolayı suçlu bulur. 1933 New York doğumlu, NSDAP’ın yükselişi ve İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD’de yaşayan bir çocuk olan Yahudi yazar Sontag ise Riefenstahl’e tabir-i caizse nefret kusmaktadır.

Sanat, sanatçının biyografisinden bağımsız mıdır?

Sontag, makalesinde son dönemlerde Riefenstahl’ın hem kendisinin hem de takipçilerinin bir tür ‘arınma’/’arındırma’ amacı güttüğüne değinmektedir. Sontag’a göre 1973 New York Film Festivali posterinde Riefenstahl’ın adının Agnès Varda ve Clarke Shirley ile birlikte geçmesinin sebebi de budur. Başarılı bir kadın yönetmenin Nazi geçmişinden bahsedilmeyerek bir feminist ikon haline getirilmeye çalışılması sorgulanmaktadır. Riefenstahl, tarihin gördüğü en büyük bir yıkımlardan birinin parçası olmuş fakat bir şekilde ceza almaktan kurtulabilmiş bir suçlu. Fakat bugün onun hakkında görüşler temelde üçe ayrılmakta: Sontag gibi karakter, kariyer ve eserlerin birbirinden ayrılamayacağı, dolayısıyla Riefenstahl’ın bir ‘şeytan’ olduğunu savunanlar, Riefenstahl’ı geçmişine ve yıkım getirse de sinema tarihinin bir köşesine ismi yazılacak filmler yaptığı için başarılı bir kadın yönetmen olarak görüp bir feminist ikon yaratma çabasında olanlar ve son olarak ikisinin tam ortasında, Riefenstahl’ın Nazi geçmişini kötülerken sinemada hikaye anlatıcılığı anlamında elde ettiği başarıyı göz ardı etmeyenler. Bu görüş ayrılığı bir soruyu beraberinde getiriyor: Bir kişinin üretimini kariyerinin akışından ve karakterinden ayırmak ne kadar mümkündür?

Görsel kaynakları:
Kapak fotoğrafı: Karsten Winegeart on Unsplash
[1]: Photo by Eliyah Reygaerts on Unsplash
[2]: Photo by Dave Herring on Unsplash

Not: Bu makale ilk kez Ad Hoc dergisinin Şubat 2021 sayısında yayımlanmıştır. Telif hakkı ihlali olmaması amacıyla bu sayfada dergide kullanılan fotoğraflar kullanılmamış, kullanıcıların Unsplash‘te yayınladıkları, kaynak belirtilmesi koşuluyla kullanılmasına izin verilen fotoğraflar aslına uygun bir şekilde yerleştirilmiştir. Dergide yayımlanan yazı ile farklılıklar gösterebilir.