Yazı insanlığın bilincini ve kaderini değiştirdi. Gelecek bizler için ilerleme ve teknoloji demek. Peki, sözlü kültürün basit bilincinden ne kadar uzaklaşabildik ve ondan tamamen kopmalı mıyız?

Walter J. Ong, 1982 tarihli kitabı Orality and Literacy’de (Sözlü ve Yazılı Kültür) yazının icadının insan bilincini dönüştürdüğünü savunuyor ve bu argümanını tarihsel bir anlatı üzerinden okuyucusuna açıklıyor. Bu anlatı, yazının icadı öncesi sözün hüküm sürdüğü kültürlerden başlıyor, yazının icadı ve matbaanın yazıyı insan yaşantısına yerleştirmesi ile devam edip elektronik cihazların kullanımı ile kültürün geldiği noktanın özeti ile son buluyor.

Ong anlatısına modern dilbilimin kurucusu kabul edilen Ferdinand de Saussure’nin, araştırmacıların daha çok yazılı eserlere, yazılı dillere ve dolayısıyla yazılı kültürlere olan meylini eleştiren bir tavırda ortaya koyduğu, her tür sözel iletişimin konuşma temelli olduğu görüşüne yer vererek başlıyor ve bu düşünceye katıldığını açıkça ifade ediyor. Burada kullanılan sözel (verbal) kelimesinin, yalnızca ağızla dile getirilen söylemleri tanımlamak için kullanılan sözlü (oral) kelimesinden farklı olarak, sözlü ya da yazılı olması fark etmeksizin ifade edilen her tür bilgi ve açıklama anlamına geldiğinin altını çizmek gerekiyor.

Söz uçar, yazı kalır

Şüphesiz, söz ile yazı arasındaki ilişki incelenirken akla ilk gelen, yazının sözü mekâna bağlayan bir icat olmasıdır. Ong da bu gerçek üzerinden hem dillerin yazı ile kayıt altına alınabilir olduklarında ne gibi özelliklere kavuştuklarını hem de “birincil sözlü kültür” olarak adlandırdığı sözel kültürün özelliklerini anlatıyor.

Bir dil yazı ile ifade edilebilir olduktan sonra bazı dillerin standartlaştıkları görülüyor ve bu lehçelere grafolekt deniyor. Grafolektleşen lehçeler, kelimelerin sadece kullanıldıkları an sahip oldukları anlamları değil, geçmişten gelen anlamlarını da ihtiva etmelerine yol açıyor. Kelimelerin esnekleşerek farklı bağlamlara göre de kullanılabilir olmaları, bu lehçeleri kuvvetlendiriyor. Örneğin, gündelik kullanımları göz önünde bulundurulduğunda kelime dağarcıkları birkaç bin kelimeden ibaret olan lehçelerin aksine standartlaşan İngilizce grafolekti bir buçuk milyondan fazla kelime içeriyor.

Sözlü kültürlerin özelliklerini ortaya çıkarma amacında olan Ong, sözün söyleyen ile dinleyen arasında bir iletişim şekli olması ve uçmayı doğasında barındırmasına rağmen, sayıca az olsalar da bazı büyük sözlü anlatıların günümüze kadar nasıl aktarılabildikleri sorusundan yola çıkıyor. Sonrasında, özellikle Millman Parry’nin Homeros’un İlyada ve Odysseia’sı üzerine yaptığı çalışmalar üzerinde duruyor; elde edilen bulguları Afrika destanlarının, Arap anlatılarının, Balkan hikayelerinin incelenmesiyle ortaya çıkan bulgular ile karşılaştırıp okuyucusuna sunuyor.

Homeros ile ilgili iki ihtimal sıklıkla göz önünde bulundurulmuş: Olağanüstü bir belleğe sahip olması ve kendisinin hiç var olmadığı, dolayısıyla tüm hikâyelerinin halk tarafından oluşturulmuş olması. Fakat, araştırmalar sadece Homeros’un yaşadığını ortaya koymakla kalmamış, belleğinin gücünden ziyade hikâyeleri kolay hatırlayabileceği ve akılda kalıcı kılabileceği belli anlamlara gelen belli kalıplarla kurduğunu da ortaya çıkarmış. Benzer bir yapıyla bahsi geçen diğer kültürlerin anlatılarında da karşılaşılmış. Ong’un bu çalışmalardan yola çıkarak sıraladığı sözlü kültürde iletişimin ve hayatın bazı özellikleri ise şunlar: Yenilikten ziyade toplum belleğinde yer eden bilgilere ve geleneklere atıflar, yazının aksine sadece aktarılırken var olan sözün kaydedilemezliğinin yol açtığı çözümlemeden ziyade kümeleme, yazılı kültürlere nazaran daha nadir gerçekleşen bilgi aktarımı ve geçerliliğini yitiren bilginin unutulması dolayısıyla anın dengesini korumaya daha yatkın bir yaşam.

Yazının icadı ve matbaa ile değişen hayat

Sözel ifadenin yazının icadıyla birlikte geçirdiği dönüşüm, toplulukları sözden koparmamıştır. Zira sözel olarak ifade edilen bilgiler ve açıklamalar ister sesli ister sessiz bir şekilde ele alınmaları fark etmeksizin her halükârda sese uğrarlar. Fakat, hayatta yaşanan değişim her ne kadar bir kopuş olarak nitelendirilemese de bir devrim olarak nitelendirilebilir.

[1] Kitaplar.

Kitapta insan bilincini en çok değiştiren tekil buluş olarak nitelendirilen yazı, yine sözle karşılaştırılarak açıklanıyor. Ong, Platon’un yazıya, Hieronimo Squarciafico’nun Latince klasiklerin matbaalarda çoğaltılmasına destek olan kişi olmasına rağmen matbaaya yönelttiği, bugün de bilgisayarlara doğrultulan bazı suçlamaları sıralıyor; bunlar, yazının çeşitli aygıtlara gereksiniminden dolayı insani olmadığı, belleği çürüttüğü, yanıt verme yetisinin olmayışı ve yapay dünyayla kısıtlı bir yapıda olması. Fakat aynı zamanda, bu isimlerin yazının bilgi aktarımını, analiz yapmayı, katmanlaştırmayı olağan kılan doğasından dolayı eserlerini kaleme aldıklarını ya da var olan eserleri çoğaltma yoluna gittiklerini de belirtip eleştirileri ile eylemleri arasındaki çelişkilere de dikkat çekiyor.

Teknolojiyle yeniden dönüşüm

Yazıdan haberi olmayan toplulukların söze dayalı kültürlerine “birincil sözlü kültür” adını veren Ong, yazının icadının ardından gelen dönemi atlayıp “ikincil sözlü kültür” ismini televizyon, telefon, radyo gibi elektronik cihazların yaygınlaştığı döneme veriyor. Marshall McLuhan’ın da değindiği gibi “global bir köy” haline gelen dünyada haberlerin hızlı akışı, insanların mekânlara bağlı olmadan dolaşıma katılmaları, yazının insanları dünyadan soyutlayan yapısına nazaran elektronik medyanın seçici de olsa birleştirici yapısı, anı yaşamaya atfedilen değer, bu görece yeni kültürü birincil sözlü kültüre yaklaştırıyor.

Fakat kitabın 1982’de yazılmış olması ve Ong’un 2003 yılında, henüz sosyal medya kavramı ve platformları yaygınlaşmadan hayatını kaybetmesi, elektronikle gelen dönüşüm konusunda üretiminin az olmasına yol açmış. Yine de Ong’un teknoloji konusunda optimist olduğu söylenebilir, zira kendisi dijital aygıtların ve yöntemlerin yaygınlaşmasıyla kitap yazımının azalacağı iddiasına karşı çıkmış; söyleşilerin daha rahat yapılabileceğini, bu söyleşilerin yazılı materyale daha kolay çevrilebileceğini, yayıncılıkta (özellikle) merkeziyetçiliğin zamanla kırılacağını, insanların seçici bir şekilde daha kolay iletişim kurabileceğini iddia etmiş. Ong’un ölümünden yaklaşık 20 yıl sonra öngörülerinin gerçekleştiği aşikâr.

Teknoloji çağında sözlü kültürün önemi

Ong’un çalışması pek çok okuyucu için, özellikle de gelecekte okur yazar olmayan insan kalmayacağını düşünen okurlar için beyhude bir çaba gibi görünebilir. Fakat günümüzde okur yazar olmayan insanlar ve hatta topluluklar var olduğundan, eğitimde, toplumsal entegrasyonda, hizmet ve ürüne dayalı sektörlerde sözlü kültürlerde bilincin nasıl çalıştığından faydalanılmakta. Örneğin, UNESCO dünyanın dört bir tarafında henüz yazı ve yazının getirdiği karmaşık düşünme biçimleri ile tanışmamış insanların eğitimini üstlenirken, Microsoft gibi yüksek teknoloji üretiminin zirvesindeki bir şirket de okuma yazma seviyesi düşük ya da okur yazarlığı olmayan insanlar için grafik arayüz ve teknoloji tasarlıyor.

Bu tür örnekler sözlü kültürün anlaşılmasının günümüz için önemli olduğunu gösteriyor, fakat gelecek ile ilgili fikir vermekte yetersiz kalıyorlar. Bu durumda insanlık yine geçmişten ders çıkarmak zorunda kalıyor.

[2] Teknolojik gelişmeler bilinç yapımızı değiştiriyorlar.

Konuya söz konusu kitap kaynaklı bir açıklama getirmek gerekirse, Ong, 30 ila 50 bin yıldır dünya üzerinde bulunan Homo Sapiens türünün yazıya dair en eski kalıntılarının yaklaşık 6 bin yıllık olduğuna ve bugün konuşulan yaklaşık 3000 dilin ise sadece 78 tanesinin edebiyat oluşturabildiğine değiniyor. Dolayısıyla görece yeni olan yazılı diller tarihi ve tabii konuşmayı ve yazmayı unuttuğumuz dillerin varlığı insan bilgisinin sonsuza dek sürmeyeceğinin belirtisi. İnsanlık, bu sıralarda bu konuya da eğilen bir proje üzerinde çalışıyor ve bu proje sözlü kültür bilincine dair farkındalığın ne kadar önemli olduğunun altını çiziyor: Finlandiya’nın Olkiluoto adasında bulunan bir nükleer santralin atıklarının depolanması için yerin 520 metre altına inecek şekilde tünel kazılıyor. Onkalo adı verilen bu nükleer atık depolama alanının, atıkların doğaya ve insanlara zarar vermemesi için 100 bin yıl insan eli değmeden kapalı kalması için uğraşılıyor. Into Eternity (Sonsuzluğun İçine Doğru) adlı belgeselde hikayesi anlatılan bu projenin önemli bir parçası da bölgenin gelecek ziyaretçilerine vereceği mesaj. Zira insanlığın günümüz dillerini unutmayacağının, günümüzde kullanılan teknolojilerin ve işaretlerin anlamlarını yitirmeyeceğinin, küresel çapta bir doğal felaketin mağduru olup bölgeye dair işaretleri kaybetmeyeceğinin garantisi yok. Oysa sözlü kültür bilincinin basitliği tüm insanları eşit ve anın gereksinimlerine karşı uyanık tutabilir.

Görsel kaynakları:
Kapak fotoğrafı: Dim Hou on Unsplash
[1]: Chris Lawton on Unsplash
[2]: Ajeet Mestry on Unsplash

Not: Bu makale ilk kez Ad Hoc dergisinin Mart 2021 sayısında yayımlanmıştır. Telif hakkı ihlali olmaması amacıyla bu sayfada dergide kullanılan fotoğraflar kullanılmamış, kullanıcıların Unsplash‘te yayınladıkları, kaynak belirtilmesi koşuluyla kullanılmasına izin verilen fotoğraflar aslına uygun bir şekilde yerleştirilmiştir. Dergide yayımlanan yazı ile farklılıklar gösterebilir.