*Bu yazı spoiler içermektedir.

Komedyen Marc Maron, Netflix özel gösterisi Too Real’da günümüz medyasını takip edemediğinden dem vururken, internetin etkisiyle dönüşen görsel medyanın topluma etkilerine dair önemli bir noktaya parmak basıyor. Huysuz ihtiyar personasını koruyan Maron, az sayıda kanalın olduğu günlerin bir avantajı olarak, insanların 1-2 program dışında aynı programları izlediklerine ve aynı noktalarda buluştuklarına değiniyor.

“Şimdi,” diyor Maron, “insanlar bana bir programı gördüm mü diye soruyor ve sadece o programı duymamış olmakla kalmıyorum, hangi kanalda olduğunu söylediklerinde onun ne olduğunu bile bilmiyorum.”

Binlerce seçenek varken…

Maron’a hak vermemek elde değil zira günler bir içerik bombardımanı içerisinde geçiyor. Bu bombardıman sadece görsel mecralarda yer alan içerikleri kapsamıyor; tweet’lerden filmlere, oyunlardan sanal evrenlere dek her şey ilgi göstermemizi istiyor. Sayısı gün geçtikçe artan platformlar, uygulamalar, internet siteleri, içerikler…

Netflix’in başarısı da burada yatıyor: Hafife alınamayacak onlarca rakibinin arasından sıyrılması bir yana, bir yapımı dünyanın herhangi bir yerinde konu ile ilgisi olmayan birinin evine sokabildiği gibi gündemi yönlendirebiliyor ve kitlelerde algıda seçicilik oluşturabiliyor.

Netflix’in son dönemde popüler olan iki yapımı ile bu başarıya bir kez daha ulaştığını söyleyebiliriz. Kurdukları karmaşık tezgâhlarla insanları kandıran ve milyon dolarlık dolandırıcılık hikâyelerine imza atan kişileri konu edinen Tinder Avcısı ve Inventing Anna, haftalardır tüm dünyanın gündeminde. Sırasıyla biri belgesel diğeri dizi olan bu yapımlar, Netflix verilerine göre kendi kategorilerinde üç hafta arka arkaya açık ara en çok izlenen yapım olmayı başardılar.

Tinder Avcısı, dolandırıcılık hikâyelerinin ne kadar ilginç olabileceğini bize hatırlatırken Inventing Anna, Tinder Avcısı ile uyanan ilgimizi üzerine çekip seyir isteğimizi perçinledi. Türün ilk ya da en önemli örnekleri değillerdi; Catch Me If You Can’den Wolf of Wall Street’e, Leverage’dan Better Call Saul’a kadar türlü yapım izlemiş olan sinema ve dizi severler için özel olamadılar ama farklı dolandırıcılık hikâyelerini aramalarına yol açtılar. Bu yapımların popülerlikleri, pek çok konuda çok sayıda içeriğin oluşturulmasına yol açtı fakat pek az sayıda insan önemli bir sorunun yanıtını aradı: Bu hikâyelere neden bu kadar çok ilgi duyuyoruz?

Dolandırıcı prens, yalancı varis

Tinder Avcısı, Tinder’da tanıştığı kadınlara kendini elmas kralı İsrailli ünlü iş adamı Lev Leviev’in oğlu olarak tanıtan Shimon Hayut’un ya da nam-ı diğer Simon Leviev’in hikâyesini anlatıyor. Oldukça lüks bir hayat yaşadığı izlenimini oluşturan Leviev, sadık ve gelecek vaat eden bir âşık ya da gerçek bir dost gibi davranıp kurbanlarının güvenini kazandıktan sonra, hayatının tehlikede olduğunu söyleyerek onlardan kredi çekmeleri ve kredi kartlarını ona vermeleri gibi isteklerde bulunuyor. Dahası, bir kurbanından elde ettiklerini bir sonraki kurbanını ağına düşürmekte kullanıyor.

Inventing Anna ise kendini Anna Delvey adında zengin bir Alman varis olarak tanıtan Anna Sorokin’in hikâyesini ele alıyor. Sorokin, çizdiği lüks içinde yaşayan, sanat ve moda konularında bilgili insan portresi ile sosyetenin önde gelen isimleriyle tanışıp çok özel insanlara hitap edecek Anna Delvey Foundation (ADF) adlı bir kulüp kurma hayalinden bahsediyor. Milyonlarca dolarlık bir fona erişim sağlamasına ramak kala hakkında açılan bir dava ile kurduğu düzen yerle bir olan Sorokin, tüm bu süreci yalanları, gösterişli yaşam tarzı, oluşturduğu sahte belgeler ve kandırdığı önemli isimlerin referansları sayesinde en lüks New York otellerinde hiçbir ödeme yapmadan konaklayarak ve bankalardan onbinlerce dolarlık krediler çekerek geçiriyor.

Kaçınılmaz rahatlama

Karmaşık planlar içeren basit hikâyeler olmalarına karşın yakaladıkları popülarite ile bir anda tüm dünyanın gündemine oturan bu yapımlar, dolandırıcılık hikâyelerine duyulan ilginin artmasına ve kandırılmaya müsait insan doğasının sorgulanmasına yol açtı.

Dolandırıcıları ayırt etme yöntemlerinden dolandırıcıların nasıl taktikler kullandıklarına, kurbanların yaşadıklarından onlar hakkında yapılan yorumlara dek pek çok konu incelemeye alınırken dolandırıcılık hikâyelerine neden ilgi duyduğumuz konusunda çeşitli görüşlere rastlıyoruz.

Psikolog Dr. Greg Kushnick, New York Post’a verdiği demeçte bu tür hikâyelerin dolandırıcıları ahlaki olarak yargılama imkânı sağladığı için ilgi çektiğini aktarıyor. Dolandırıcılar gibi davranmayacaklarının sağlamasını yapan kişiler, kendilerini yüceltiyor ve bir rahatlama yaşıyorlar. Kushnick, ayrıca, insanların gündelik hayatta farklı derecelerde de olsa olduklarından farklı görünmeye çalıştıklarına değiniyor. Bu narsisist yaklaşımın sonucu olarak dolandırıcılarda biraz da olsa kendimizi görebildiğimizi öne sürüyor.

RMIT Üniversitesi Behavioral Business Lab Üyesi Kıdemli Öğretim Görevlisi Meg Elkins ve laboratuvarın başkanlığını yürüten Ekonomi Profesörü Robert Hoffmann tarafından kaleme alınan “The Conversation” isimli makalede ise insanların dolandırıcıların tuzağına düşmeyecekleri görüşünde oldukları belirtiliyor. Bu görüş, izleyicileri kurbanlardan da dolandırıcılardan da daha akıllı olduklarını düşündükleri bir pozisyona konumlandırıyor.

Romantizm kurbanları

Dr. Elisabeth Carter, The Independent’ta, tüm kurbanların eleştirildiğini fakat romantizm kurbanlarının daha fazla eleştiriye maruz kaldıklarını belirtiyor. Aşk kurbanları toplum tarafından sinyallere rağmen uyum göstermekle ya da sinyalleri fark etmeyecek kadar saf olmakla itham ediliyorlar. Burada önemli bir etken ise dolandırıcıların ne kadar ince plan yaptıkları. Bu iki görüş de bu tür hikâyelere ilgiyi artırıyor. İnsanlar, karmaşık planların nasıl işlediğini görmek hatta planların gidişatına göre karakterler hakkında tahminlerde bulunmak ya da kurbanların davranışlarını veya talihsizliklerini yargılamak istiyorlar.

Öte yandan, dolandırıcılık ve suç filmlerine bakışın kültürden kültüre değiştiği de gözden kaçırılmamalı. Netflix gibi küresel hizmet veren platformlarda yer alan içerikler, bu farkı bariz bir şekilde karşımıza çıkarıyor.

İnsanlar, karmaşık planların nasıl işlediklerini görmek, karakterler hakkında tahminlerde bulunmak ya da kurbanların davranışlarını veya talihsizliklerini yargılamak istiyorlar.

Örneğin, Amerikan yapımlarının büyük çaplı suçları ve lüks yaşantıları, The Chestnut Man, Deadwind gibi İskandinav yapımlarında yerini genellikle toplumu ya da bir grup insanı ilgilendiren karanlık atmosferlere, çözülecek davalara bırakıyor. Türk sinema ve televizyon sektörü ise suça bambaşka bir yerden bakıyor: Yapılan dolandırıcılık ve işlenen suç, hikâyelerde arka plana itiliyor. Bunun yerine, Organize İşler, Maskeli Beşler, Kolpaçino, Çakallarla Dans gibi son dönemin popüler yapımlarında karikatürize edilmiş suçluların komik yaşantıları izleyicilere aktarılıyor.

Sözün özü, hayattaki pek çok konu gibi dolandırıcılık hikâyelerine -ya da daha geniş düşünürsek- entrikalara bakışımız da siyah-beyaz değil. Bu hikâyeleri izleme motivasyonumuz, bu noktaların birbirinden ayrıldıkları noktalardan ya da kesiştikleri gri alanlardan doğuyor olabilir. Yaptığımız tercih bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde uzman görüşleriyle kesişiyor olabilir ama bir şey kesin: Çatışmayı, entrikaları, insan zekâsının çeşitli hâllerini gözlemlemeyi ve tartışmayı seviyoruz ve Maron’un sözlerinin aksine, söz konusu içerik bu maddelerin kesişiminde yer aldığında, ne yapıp ne edip onu tüketmenin bir yolunu buluyoruz.

Not: Bu makale ilk olarak MediaCat’in Nisan 2022 sayısında yayımlanmıştır.